" Göllgeler düşse de yüreğinin üstüne, Güneşini sakın söndürme, Eğer umut yoksa, Yaşam çok uzak kalır insana, Unutma; Senden bir tane daha yok bu dünyada, Gülümsemeyi asla unutma :)))) "

31 Ekim 2013 Perşembe

Müzik Notaları Nasıl Bulunmuştur?


Müzikteki matematiksel gizemi keşfederek yazıya dökmenin ilk temeli Pisagor (Pythagoras, M.Ö. 530-450) tarafından atılmıştır. Biz kendisini okul sıralarından o meşhur dik üçgen teoremi ile hatırlarız ama Pisagor günümüzde ulaştığımız bilim seviyesinin babasıdır. O kendi devrine kadar gelişmiş bütün çalışmaları bir disiplin altında toplamış, geometri, aritmetik, astronomi, coğrafya, müzik ve tabiat bilgisi olarak ayrı ayrı bilim dalları yaratmıştır.
Pisagor bilimi, bilim için düşünüyor, bilimin uygulamaları onu ilgilendirmiyordu. Bu nedenle 'bilgi seven' anlamındaki 'filozof sözcüğünü ilk olarak o kullanmıştır. Pisagor tüm evrenin sayılar ve aralarındaki ilişkilere göre kurulduğuna inanıyordu.
Pisagor'un müziğin içindeki matematiği bir demirci dükkanının önünden geçerken keşfettiği rivayet edilir. Demirci ustasının, demir döverken kullandığı aletlere göre değişik sesler çıkarması Pisagor'un ilgisini çekmiş, dükkanı kapattırarak ustaya çeşitli aletler kullandırmış, çıkan sesleri incelemiş ve kayıtlar almış.
Batı müziği 9. yüzyılın başına kadar notalamadan habersizdi. Eserler kulak yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılıyor, bu arada değişime uğruyor, zamanla unutulabiliyordu. 9. yüzyılın ikinci yarısında ilk notalama sistemi ortaya çıktı.
Arezzo'lu Guido'nun (Gui d'Arezzo) notalama sisteminin seslerin yüksekliğini kesin olarak belirtmeye başlamasıyla büyük bir ilerleme kaydedildi. 11. yüzyılda notaların üzerine dizildiği beş çizgiden oluşan "porte"nin kullanılmasıyla notaların yüksekliği (do, re, mi,....) ve süresi (birlik, ikilik, dörtlük,....) kesin biçimde belirlenebilir hale geldi.
Aslında müziğin dört parametresi vardır: Yükseklik, süre, şiddet ve tını. Bunlardan ilk ikisi zamanla genel kabul gören bir takım işaretler sayesinde kağıt üzerine dökülebilmiş, şiddet ve tını ise notanın yanında ek kelimelerle belirtilmişler ve kısmen de yoruma açık bırakılmışlardır.
Çeşitli sesleri belirtmek ve bunların birbirlerine karışmasını önlemek için sesleri temsil eden notalara özel isimler verildi. Do, re, mi, fa, sol, la, si. İngilizce'de ve Almanca'da ise notalar harflerle gösterildi(C=do, D=re, E=mi, F=fa, G=sol, A=la, B=si-ing.-, H=si-alm.-).
Nota isimlerinden 'do'nun önceki ismi 'ut' idi. Sesli harfle başlayan bu isim, notaları sırayla söylerken tutukluk yaptırdığından 12. yüzyılda 'do' olarak değiştirildi. Almanya ve bazı ülkelerde 'ut' hala kullanılır.
'Si' hariç diğer notaların isim babası Gui d'Arezzo'dur. Arezzo bu adları Aziz lohannes Battista ilahesindeki mısraların birinci hecelerinden alarak takmıştır. Yedinci notanın adı uzun zaman 'B' olarak kalmış, sonradan 13. yüzyılda Sanete lohannes kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen 'si' adını almıştır.
Notalamanın keşfi ve gelişimi müzik pratiğine olağanüstü bir gelişme ortamı yaratmıştır. Notalama, icracıyı ezberden kurtararak hem müzik parçalarının uzamasına hem de çeşitli dönemlere ve ülkelere ait notalanmış eserlerin katılmasıyla repertuarın zenginleşmesine ve çeşitlenmesine imkan vermiştir. Nota sayesinde bir müzisyen bilmediği bir müzik parçasını icra edebilmek için tek başına yeterli bir hale gelmiştir.

30 Ekim 2013 Çarşamba

Çinlilerin Gözleri Niçin Çekiktir?

Sadece Çinlilerin değil Japonların, Orta ve Güneydoğu Asya'da yaşayanların hatta Eskimoların bile gözleri çekiktir. Aslında 'çekik gözlü' olmak tanımı kesinlikle yanlıştır. Göz yapısı dünyada bütün insanlarda aynıdır.
Farkı yaratan göz kapaklarıdır. Çekik gözlü diye nitelendirilen ırklarda gözün üzerindeki göz kapağının ikinci kıvrımı, gözün üstüne doğru daha fazla inmiştir ve bu durum gözün sanki daha darmış gibi görünmesine sebep olur.
Peki bu, niçin böyledir? Bir teoriye göre göz kapağının üzerinde katlı olarak duran bu ikinci kıvrımı, bu insanların gözlerini yoğun olan kar tabakasının, göz kamaştıran ışığından korumak için, bir nevi kar gözlüğü gibi gelişmiştir.
Her ne kadar yukarıda belirtilen bölgelerin bazılarında kar hiç yağmıyorsa bile bilim insanları bugün çekik gözlü diye nitelendirdiğimiz insanların atalarının son buzul çağında Sibirya'dan, yani Asya'nın kar ve buzla kaplı en soğuk bölgesinden güneye, bugün yaşadıkları yerlere göç ettiklerine inanıyorlar.
Bu kadar soğuk iklimde yaşayanların vücutlarının iklime uyum sağlamaktan başka çareleri yoktu. Sadece gözler değil, burun da rüzgara en az maruz kalacak şekilde küçülmüş, burun delikleri, solunan hava ciğerlere gidene kadar ısınsın diye daralmıştır. Ciltleri de bu nedenle yağlıdır.
Göz kapakları da daha yağlı olduğundan, daha sarkık durur ve bu oluşum gözü ve iç tabakalarını kara ve buza karşı korur. Yani 'çekik gözlü' değil 'düşük göz kapaklı' tanımını kullanmak daha doğrudur.

http://onuregin.blogspot.com/

Neden Marmaray 15 Gün Bedava ?

‘Asrın projesi’ olarak adlandırılan ve Asya ile Avrupa arasında denizin altından demiryolu ulaşımını sağlayacak 150 yıllık rüya proje Marmaray dün törenle açıldı. Proje dünya liderleri ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından Üsküdar’da düzenlenen törenle iki kıtayı birleştirdi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Büyük eserin açılışını yapma ve hep beraber içinden geçme sırası geldi. Biraz önce hepimiz asrın projesi dedik. Böyle bir projeyi sadece açmamalıyız. Bayramlarda köprülere ne yaptığınızı millet biliyor. Asrın projesi için bir iyilik düşünüyorsunuzdur? Başbakan’a sormam lazım” diye konuştu. Cumhurbaşkanı Gül’ün sözleri üzerine Başbakan Erdoğan, “Burasının... Haberin devamı


Haberci Gençlik Facebook Sayfası

29 Ekim 2013 Salı

Telefonun 2 Yaş Altı Çocuklara Zararı

ABD’de yapılan bir araştırma, çocukların henüz tam cümleler kurmaya başlamadan önce mobil cihazlarla oyun oynamaya, video izlemeye veya içeriklere bakmaya başladığını gösterdi. 

Araştırmada 2 yaş altındaki her 5 çocuktan neredeyse 2’sinin mobil cihaz kullandığını ortaya koydu. Aynı yaş grubu için 2011’de yüzde 10 olan oran, 2013’te yüzde 38’e yükseldi.. 8 yaşına erişen çocukların yüzde 72’sinin, o güne dek en az bir mobil cihaz kullandığını gösterdi.

Mashable sitesine konuşan Common Sende Media CEO’su Jim Steyer, “Dijital jenerasyonun geldiğine dair en büyük işaret” yorumunda bulundu. 

0-8 yaş grubu çocukların akıllı telefon veya tablet bilgisayar... Devamını Oku

Cam Neden Saydamdır?

Cam şaşılacak derecede basit bir maddedir. Dünyanın her köşesinde rahatça bulunabilen kum, kuvars ve sodadan meydana gelmiştir. Fakat camın asıl şaşırtıcı özelliği ne tam bir sıvı ne de gerçek bir katı oluşudur. Aslında sıvıya daha yakındır, çünkü atomik yapısındaki düzen sıvılardaki rasgele düzeni andırır. Katıların atomlarının kristal yapısı ise düzgündür.
Katı bir cisimde atomların bir diziliş düzeni vardır. Yani bu diziliş düzeni belli aralıklarla kendini tekrarlar. Camda ise bu özellik yoktur. Çok kuvvetli mikroskoplarla yapılan incelemelerde bile camın yapısında hiç bir kristal oluşumuna rastlanmaz. Arada sırada görülen bazı kristaller ise camdaki kusurlardır.
Cama çok ağdalı bir sıvı diyebiliriz. O kadar ağdalıdır ki, normal dış etkenlerde bile şeklini değiştirmez. Bir sıvıda iç sınırlar bulunmadığından camın içinden geçen bir ışık demeti kırılma ve yansımaya uğramaz, doğrudan geçer. Bu nedenle bir cama baktığımızda arkasındakileri olduğu gibi görürüz. Işık sadece camın yüzeyini aşarken hafifçe kırılır.
Cam saydamdır, su da saydamdır, öyleyse donmuş su olan kar taneleri niçin beyazdır ve niçin kar örtüsü saydam değildir? Bir cismin üzerine gelen ışığın tümünü yansıttığında beyaz, hepsini tutup hiçbirini yansıtmadığında siyah renkte göründüğünü biliyoruz. Cam saydamdır ancak kırıldığında, tuzla buz olduğunda yerdeki küçük cam parçaları yığını beyaz renkte görünür, çünkü her bir cam parçası ışığı değişik yönde geçirmektedir.
Kar tanelerinde de aynı şey söz konusudur. Minik taneler üzerlerine gelen ışığı her yöne gelişigüzel yansıtırlar. Bu nedenle kar taneleri de, kar örtüsü de beyaz renkte görünürler. Benzeri durum tuzda da görülür. Tuz, her biri saydam olan küçük kristallerden oluşmuştur ama bunlardan büyük bir miktarı bir kapta bir araya gelince gözümüze beyaz renkte görünürler.

Japonlar Yine Yaptı Yapacağını ?

Japonya'da bir şirket tarafından geliştirilen Living Wallet (Yaşayan Cüzdan) dışarıdan baktığında sıradan bir cüzdan gibi görünebilir. Ancak minik tekerlekleri ve Zaim adlı akıllı cihaz uygulamasının yardımıyla bu cüzdan, para harcayacağınız zaman sizden kaçarak hesabınızın boşalmasını önlemeye çalışıyor. Diyelim kaçtı ve yakaladınız. O zaman çığlıklar atarak yardım istiyor. O da olmazsa son çare annenizi arayarak işi bir üst makama havale ediyor. Bunlar elbette hesabınızın sıkışık olduğu zamanlar için geçerli. hesabınızda para olduğunda cüzdanınız bu kez para harcamanızı sağlamak için elinden geleni yapıyor. Living Wallet bir prototip mi yoksa ileride piyasaya sürülecek bir ürün mü burası henüz belli değil ancak tanıtım videosu şimdiden viral oldu bile.

Videoyu izlemek için tıkla...

Barcelona: Cumhuriyet Bayramınızı Kutlu Olsun

Dünyanın en başarılı futbol kulüplerinden Barcelona, Türkiye'nin Cumhuriyet Bayramı'nı resmi hesabından attığı bir tweet'le kutladı.


Barcelona'nın İngilizce resmi twitter hesabından paylaşılan tweet'te, "Cumhuriyet... Haberin Devamı

Neden Sigara Tüketiminde Birinci Sıradayız?

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Başkanı Yadigar Gökalp İlhan, Türkiye'nin sigara kullanım yaygınlığı bakımından en riskli ülkeler grubunda yer aldığını belirterek, "Günlük içilen sigara miktarları açısından bakıldığında Türkiye, dünya genelinde erkeklerde birinci, kadınlarda da ikinci sırada" dedi.

Asya Damar Cerrahisi Derneği ev sahipliğinde, Lütfü Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda 26 Ekim'de başlayan "14. Asya Damar Cerrahisi Kongresi"nin basın toplasında konuşan İlhan, bu etkinlikte bir kez daha Türkiye'deki sağlık hizmetlerinin, doktorların çalışmalarının, yaptıkları tedavilerin, gerçekleştirdikleri ameliyatların, dünya standartlarının üzerinde olduğunu gördüklerini ifade etti. Bunun gurur verici bir tablo olduğunu belirten İlhan, vatandaşların dünyadaki en üstün tetkik ve tedavi yöntemlerine erişebildiğini, doktorların da büyük emek ve yetenekleriyle kendilerini çok iyi bir noktaya getirdiğini söyledi.

İlhan, hastanelerin imkanlarının ve devlet olarak finanse ettikleri hizmetlerin çok iyi düzeyde ve ciddi boyutlarda olduğunu anlatarak, şunları kaydetti:

"Amerika ve Avrupa ölçeğiyle kıyaslandığında... Haberin Devamı..

28 Ekim 2013 Pazartesi

Akıl ve Zeka Arasındaki Fark Nedir?

Akıl aslında bir kabiliyettir, zeka da öyle. İkisi arasındaki en önemli fark, bir başkasından akıl alabilirsiniz ama zekayı asla. O, her insanın kendisine mahsustur.
Bir hastalık söz konusu olmadığı sürece şüphesiz herkesin aklı vardır. Akıllı olmak, kendi davranışlarını bilmek, kontrol edebilmek, doğru ve yanlışlarını değerlendirebilmek yeteneğidir.
Akıl, insanı hayvandan ayırt eden en önemli faktördür. Hayvanlar yalan söyleyemez ama insanlar sık sık bu yola başvurur. İşte insandaki yalanla gerçeği, doğru ile yanlışı ayırabilme, bir konuda fikir yürütebilme, görüş belirtebilme yeteneği akıldır.
'Ah şimdiki aklım olsaydı' lafını çok işitmişizdir. Demek ki, akıl insan olgunlaştıkça da değişiyor ve insanın kendisi de bunun farkına varıyor. Bir insan değişik fikirlerle diğerinin aklını karıştırabilir. Hayret verici, şaşırtıcı şeyler insanın aklını durdurabilir.
Bir şeyin içeriğini anlamamak 'akıl erdirememek' olarak nitelendirilirken başkalarının çözemediği bir sorunu çözen kişiye 'bir tek o akıl etti' denilir. Birine bir yol göstermek ona 'akıl vermek'tir. Bir şeyi hatırlamak, unutmamak 'akılda tutmak'tır. 'Akılsız' tanımı ise doğru ve isabetli düşünemeyen anlamında kullanılır.
Zeka ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çözme yeteneğidir. Genel olarak zekanın 12 yaşına kadar hızla geliştiği sonra gelişme hızının yavaşlayarak 20 yaşına kadar sürdüğü, orta yaşlarda ise zeka seviyesinin sabit kaldığı kabul edilir.
Zeka hayvanlarda da vardır. Hayvanlarda zeka bir nevi içgüdüsel olaydır. Şüphesiz hayvan zekası insana göre gelişmemiştir ama her iki zeka türü de sinir sistemi ile ilgilidir. İnsanı ayıran, evriminde oluşmuş konuşabilirle özelliği, dik durabilmesi, el yapısı nedeniyle aletleri kullanabilmesi ve gelişmiş beyin ve sinir sistemidir.
Zeka, bir insanın her türlü olay karşısında aynı yeteneği gösterebileceği anlamına gelmez. Bir müzik bestecisi kendi duygusal yapısının içersinde en karışık eserleri aklıyla değil zekası sayesinde oluşturur. Biz bu kişilere 'müzik dehası' diyoruz. Ancak bu müzik dehaları en basit bir matematik problemini bile çözemeyebilirler.
Sonuç olarak zeka, ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara, eğilimlere, iradeye ve bilgi edinme isteğine göre farklılıklar gösterebiliyor. Akıl somut olarak ölçülemez ama zeka pek sağlıklı olmasa da IQ denilen bir testle ölçülmeye çalışılıyor.

Usta Tiyatrocu Tomris Oğuzalp Yaşamını Yitirdi

Usta tiyatro sanatçısı Tomris Oğuzalp, 81 yaşında hayata veda etti.

Tiyatro sanatçısı, sinema ve dizi oyuncusu Tomris Oğuzalp, bu sabaha karşı evinde yaşamını yitirdi.
Kısa bir süre önce beyin kanaması geçiren usta sanatçı, bir süre hastanede kaldıktan sonra taburcu edilmişti. Oğuzalp, bugün ikindi namazına müteakip kılınacak cenaze namazının ardından Karacaahmet'e defnedilecek.
"BU DÜNYADAN GÖÇME VAKTİ GELDİ"

Usta tiyatrocu, 22 gün önce Bugün gazetesinden Şebnem Özcan'a verdiği son röportajında, "Dürüst olmak gerekirse artık kendimi iyi hissetmiyorum. Bu dünyadan göçme vakti geldi" demişti.

Oğuzalp, sözlerine şöyle devam etti. "Artık ölmek istiyorum...  Haberin detayı...

Türk Otomotiv Sanayisi 4 milyar Dolarlık Rekor Yatırım

Türkiye’de hükümetin verdiği teşviklerin de etkisiyle son dönemde adeta atağa kalkan Türk otomotiv üreticileri, 4 milyar dolarlık rekor yatırıma imza atıyor. Son olarak Tofaş’ın 520 milyon dolarlık hamlesiyle gündeme gelen bu yatırımların 2.7 milyar doları tamamlanırken, 1.3 milyar doları için de düğmeye basıldı.

AVRUPA’da ve birçok ülkede otomotiv fabrikalarının yaklaşık yüzde 50’sinin büyük zarar ettiği, kapasitelerinin sadece yüzde 30-40’lık bölümünü doldurduğu bir dönemde, Türk otomotiv sanayisinden rekor yatırım geldi. Hükümetin verdiği teşviklerin de etkisiyle son 1 yılda Türkiye’deki uluslararası otomotiv firmaları toplam 3.2 milyar dolarlık yatırımı hayata geçirirken, bu rakamın yıl sonunda 4 milyar doları bulması bekleniyor.

İLK HEDEF 3 MİLYON ADET

Yeni model, fabrika ve motorları kapsayan bu yatırımların 2.7 milyar doları gerçekleşirken, 1.3 milyar dolarlık yeni yatırım için de düğmeye basıldı. 4 milyar dolarlık yani 8 milyar TL’lik yatırım Türk otomotiv sektörünün tarihinde bir yılda yaptığı en büyük yatırım olarak kayıtlara geçti. Bu yatırımlarla birlikte Türkiye otomotiv ana sanayinin toplam kapasitesi 2 milyon adede yaklaşacak ve toplam üretimin 3’te 2’si yani 1.5 milyonu ihraç edilecek. Hükümetin bastırdığı sıfırdan yatırımların da gelmesi halinde önümüzdeki 5 yılda toplam kapasitenin 3 milyon adedi bulması hedefleniyor.

Hangi firmalar bu yatırımları nasıl gerçekleşitrdi. Haberin Devamı...

27 Ekim 2013 Pazar

Amazon'da çalışan sayısı 100 bini geçti

İnternet üzerinden alışveriş sitesi Amazon üçüncü çeyrek itibariyle çalışan sayısını açıkladı. Şirket bünyesinde 109 bin 800 kişinin çalıştığı belirtildi.

Amazon’da geçen çeyrekteki çeyrekteki.. Devamı için tıkla?

Türkiye' nin En Zenginleri Kimlerdir ?

2013 Yılı Türkiye'nin en zengin 100 ailesi

Ekonomist dergisinin hazırladığı En Zengin 100 çalışması sonuçlandı. Bu yıl 10’uncusu gerçekleştirilen listenin zirvesinde 8 milyar doları aşan servetiyle Koç ailesi bulunuyor.
İkinci sıra ise Şahenk ailesinin...

İşte Türkiye'nin en zengin aileleri...

26 Ekim 2013 Cumartesi

Her Sene Neden Saatler İleri ve Geri Alınıyor?

27 Ekim 2013 Cumartesiyi pazara bağlayan gece saat 04.00'ten itibaren 1 saat geri alınmasıyla kış saati uygulaması başlayacak.

Peki bu uygulama nasıl ortaya çıktı?

2013 gün ışığından daha fazla yararlanmak amacıyla her yıl yapılan ileri saat (yaz saati) uygulaması kapsamında, 31 Mart Pazar günü (cumartesiyi pazara bağlayan gece) saat 03.00'ten itibaren 1saat ileri alınmasıyla yaz saati uygulaması başladık.
Uygulama, 27 Ekim 2013 Pazar günü saat 04.00'den itibaren saatlerin bir saat geri alınmasıyla ise sona erecek.

Sürekli yaz saati rafa kalktı

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız,  yıllık 300 milyon TL'lik tasarruf sağlayacağı gerekçesiyle uzun süredir "sürekli yaz saati" uygulanmasını istiyordu.
Ancak bakanlar kurulunda yapılan toplantıda diğer bakanları "okul saatleri, çalışanların durumu, AB uygulamaları, ihracat pazarları ile uluslararası finans sistemlerine uyum" konularındaki çekinceleri nedeniyle ikna edemedi. Sürekli yaz saati uygulaması şimdilik rafa kalktı. Bakan Yıldız, bu konuyu daha sonra tekrar değerlendireceklerini açıkladı.

Top ateşiyle gündoğumunda uyandırma

Peki aydınlatma, ısıtma, soğutma ve enerji tasarrufu açısından önem taşıyan bu uygulama nasıl ortaya çıktı?
İlk olarak 1784'de, "Erken yatıp erken kalkmak, kişiyi sağlıklı, zengin ve akıllı yapar" özdeyişinin sahibi Amerikalı politikacı ve fizikçi Benjamin Franklin, Fransa'ya elçi olarak yollandığı sırada, Paris halkının mum israfını önlemesi ve gün ışığından daha çok yararlanması için imzasız bir mektup yayımladı
Mektupta getirilen öneriler arasında panjurları vergilemek, mumları karneye bağlamak ve insanları gün doğumu sırasında kilise çanları ve top ateşiyle beraber uyandırmak vardı.

1.Dünya Savaşı'nda uygulama başladı

Çağdaş yaz saati uygulaması ilk kez Yeni Zelandalı bir böcekbilimci George Vernon Hudson tarafından önerildi. Vardiyalı bir işte çalışan Hudson, böcek toplamak için yeterli zaman bulamamaktaydı. 1895'te Wellington Felsefî Topluluğu'na bir bildiri yollayarak iki saatlik bir değişimi kapsayan yaz saati uygulamasını önerdi.
Çağdaşı İngiliz müteahhit William Willett de 1905'te kahvaltıdan önce çıktığı bir gezintide Londra'daki insanların pek çoğunun yaz günlerinin ilk saatlerinde uyuyor olduklarını keşfederek benzer bir uygulama tasarladı.

Türkiye'de 1940'ta başladı

Uygulama I. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın kömür kullanımından tasarruf etmek istemesiyle başladı. Daha sonraları Birleşik Krallık, müttefikleri ve Avrupa'da savaşta yer almayan birçok devlet bu uygulamayı benimsemeye başladı.
Türkiye'de ilk kez 1940'da uygulama resmen başladı. Ancak arada 16 yıllık bir askıya alma süreci oldu. 1972'den sonra uygulamaya aralıksız her sene devam edildi.
Bügün de bu uygulama ileri saat ve geri saat uygulaması olarak devam etmektedir.

25 Ekim 2013 Cuma

Niçin Kadınlardan Meşhur Ressam veya Besteci Yok?

 Tarih boyu erkek mesleği denilince genel olarak fiziksel gücün gerektirdiği ve öne çıktığı işler anlaşılır. Ancak ruhsal ve duygusal özellikler ile hayal gücünün öne çıktığı bazı işler de yine erkeklerin tekelindedir. Ressamlık, bestecilik, orkestra şefliği gibi.
Şüphesiz tarih boyunca bir çok kadın ressam çok önemli eserler yaratmışlardır. Ne var ki müzeler ve değerli koleksiyonlara bakınca kadın sanatçıların eserlerine pek rastlayamıyoruz. Hadi Rafael, Rambrandt gibi ustaların yaşadıkları çağlarda kadınların sosyal konumları nedeniyle resimle uğraşmaları zordu diyelim, ama Dali ve Picasso gibi yakın tarihlerde yaşamış ressamların zamanında böyle bir zorluk yoktu ki. O halde bunun başka bir sebebi olmalı.
Aynı şekilde niçin dişi bir Mozart veya Beethoven yok? Müziği yorumlayan kadın şarkıcılar, piyanistler, kemancılar veya orkestradaki tüm kadın elemanlar erkeklerden aşağı kalmaz hatta kendi branşlarında dünya çapında başarılı olabilirlerken niçin orkestra şeflerinin hemen hemen hepsi erkek? Acaba hala bir çok orkestrada çoğunluğu oluşturan erkek elemanların, başlarında kendilerine doğru elindeki çubuğu sallayıp duran bir kadının idaresine girmek istememelerinden mi?
Sadece bu kadar da değil. Mimarlık ve mühendislik gibi tasarım ağırlıklı işlerde niçin erkekler önde? Hatta kadınların günlük yaşamlarında en çok zaman ayırdıkları iş yemek pişirmek iken ve erkeklerin yüzde doksanı yumurta kırmayı bile beceremezken niçin dünyanın en büyük yemek ustaları, gurmeleri, aşçıbaşıları hep erkek?
Tüm bu suallere beyin araştırmacıları ve psikologların üzerinde anlaştıkları bir açıklama var. Onlara göre işin sırrı beynin sağ ve sol yarımkürelerinde. Her iki yarım küre farklı fonksiyonlara kumanda ettikleri gibi cinsiyete göre erkekler sağ, kadınlar ise sol yarımkürelerini daha fazla kullanıyorlar.
Aslında yeni doğan çocukta her iki yarımküre de 'sağ'dır. 2 yaşına varmadan bu yarımkürelerden biri 'sol' olur yani konuşma merkezi ortaya çıkar. Erkek çocuklarda 6, kız çocuklarda 13 yaşında beynin asimetresi tamamlanır. İnsanlar yaşlandıkça iki yarımküre arasındaki bu görev farkı yine azalmaya başlar. Şüphesiz sağ ve sol beyin fonksiyonları insandan insana da farklılıklar gösterir.
Kadınların daha çok kullandıkları beynin sol yarımküresinde konuşma ve iletişim merkezleri bulunmaktadır. Bu nedenle her yaş grubunda yapılan deneyler sonucunda kız çocukların konuşmayı daha önce becerdikleri, çevreye daha iyi uyum sağladıkları, okullarda, iletişim, sosyal ve politik alanlarda daha başarılı oldukları saptanmıştır.
Erkeklerin daha çok kullandıkları beynin sağ yansı ise, analiz, sentez, bir olaya tümüyle bakış gibi görevleri yüklenmiştir. Yani ayrıntıları göz önüne almadan özetlersek, ilk bakışta birbirlerinin aynıymış gibi görünseler de, sol yarımkürede sezgi gücü, sağda ise analiz gücü egemendir. Sol beyin olayları tümdengelim, sağ beyin ise tümevarım ile inceler.
İşte bu nedenle sağ beyin fonksiyonlarının gerektiği işlerde erkekler daha başarılı olmaktadırlar. Şüphesiz bu bir genellemedir. Kadınlar arasında orkestra yöneten, opera besteleyen sanatçılar, hatta Marie Curie gibi iki kez Nobel ödülü kazanarak bilim tarihine geçmiş olanlar da vardır. Ancak yine de tüm bu branşlar hala erkeklerin egemenliği altındadır.

Tüm Canlılar Baktıklarında Aynı Şeyi Mi Görüyorlar?

Her canlının gözü ve görme sistemi, onun yaşadığı hayata uygun olarak gelişmiştir. Gece veya gündüz mü yaşadıkları, av ile mi beslendikleri, kara, hava veya deniz canlısı mı oldukları insanı hayrete düşürecek bir şekilde gözlerinden anlaşılır.
İnsan dış dünyayı üç boyutlu görebilen yani sağ ve sol gözü cisimleri eş zamanlı algılayabildiği için derinlik hissi olan nadir canlılardandır. İnsanda sağ ve sol gözün görme oranları çok ufak bir farkla hemen hemen çakışır ve bu ufak fark da üç boyutlu görmeyi sağlar. Hayvanlar sol gözle sol, sağ gözle sağ yanlarını görürler. Bu nedenle dış dünyayı bir resim tablosu gibi algılarlar yani derinlik boyutu yoktur.
Tavşan başını çevirmeden aynı zamanda hem arkasını hem önünü görebildiğinden arkadan habersizce yaklaşıp onu yakalamak mümkün değildir. Ancak bir tavşan başını çevirmeden burnunun ucunda olup biteni göremez. At da başını hafif çevirirse arkasındaki her şeyi görebilir.
Böylece ot yiyen hayvanların arkalarından yaklaşan et yiyici hayvanları fark edip kaçabilmeleri kabiliyeti sağlanmıştır. Yırtıcı et yiyicilerin ise gözleri önde olup görme alanları daha dardır ama gelişmiştir, düşmanın uzaklığını çok iyi ölçebilirler.
Su aygırlarının gözleri kulaklarına yakındır ve bu şekilde ağır vücutları suyun içindeyken bile etrafı gözetleyebilirler. Arının 12,000 gözü vardır, gözü meydana getiren bu binlerce merceğin her biri başlı başına bir gözdür. Bukelamunun gözleri birbirlerinden bağımsız çalışırlar. Bir göz avı izlerken diğer göz çevreyi tarayabilir. Eşeklerin gözlerinin konumu öyledir ki, her zaman dört ayaklarını da görebilirler.
Kurbağanın gözünün kapasitesi ise ancak önünden geçen bir sineği görüp yakalayabilmesini sağlayabilecek kadardır. Köstebeğin toplu iğne başı büyüklüğündeki gözleri onun toprak altındaki yaşamı için yeterlidir. Bazı hayvanlar renkleri gayet iyi görebilirken bir bölümü renge duyarlı değildir.
İnsan gözü ise bunların içinde en az bir amaç için kullanılanı ama en fazla şartlara uyum sağlayanıdır. Gözlerimiz insan oluşumuzdaki en büyük etkenlerden biridir. Bir çok memelinin en önemli duyusu koku, böceklerin ise tat iken insanlarda görme en üstün duygudur. Her ne kadar şahin kadar uzakları, kedi kadar karanlıkları, balık kadar su altını mükemmel görebilme yeteneğimiz olmasa da, yine de sadece sınırlı bir ortamı değil her şeyi iyi görürüz ve daha önemlisi iyi algılarız.
Yeryüzündeki tüm canlı türlerinin etraflarındaki nesneleri farklı biçimde gördüklerini biliyor muydunuz? Yani ne kadar canlı türü varsa, o kadar da farklı göz ve bakış açısı vardır.
Hayvanların gözleri ne kadar farklılık gösterirse göstersin aslında optik sistem aynıdır. Hepsi neticede birer fotoğraf makinesi gibi çalışır. Ancak görme sadece mekanik bir işlem değildir. Beynimiz gözden gelen sinyalleri algılamanın yanında ona duygularımızı da katar, yorumlar. Yani duygularımız ve çevre kavramları da gördüklerimizi etkiler. Kimine göre güzel olan bir şey bir başkasına çirkin görünebilir.
Tüm bunlardan insan gözünün kapasitesinin bir sınırı olduğu ancak kendi yaşam savaşını sürdürebilecek yeterlilikte olduğu sonucu çıkar. O halde yaşamda gözlerimizle göremediğimiz çok şey var. "Ben sadece gözümle gördüğüme inanırım" lafı da pek gerçekçi değildir. İnsan dünyanın pek çok özelliğini görememekte hatta hayal bile edememektedir. Siz, radyo dalgalarını, röntgen ışınlarını, uzaktan kumandanızın televizyonunuza gönderdiği sinyali görebiliyor musunuz?

23 Ekim 2013 Çarşamba

Nazar Değmesi Nasıl Oluyor?


Bizde "nazar değmesi" adı verilen inanç, diğer lisanlarda "şeytan göz" veya "şeytan bakışı" olarak adlandırılır. Bebeğine yeni elbiseler giydiren bir anne, çarşıya gidip alışveriş yapar. Bu arada bir başka kadın gelir ve bebeği sever. Eve gittiklerinde bebek ishal olur. İşte anneye göre bebeğine o kadının nazarı değmiştir. Dikkat ederseniz burada bebeği seven kadının art niyeti yoktur. Zaten nazarı değen kişinin genellikle kötülüğü değil, kıskançlığı ve çekemezliğidir söz konusu olan.
Noel Baba ve benzeri batıl inançlar çocuklukta kuvvetli olup yaş ilerledikçe azalırken, nazar değme inancı bunun tam tersidir. Nazar inancının ardındaki güç, bakışın ruhla bütünleşmesidir. Bakış konuşmaya göre daha etkilidir. İnsana tam odaklanır ve daha duygusaldır. Birçoğumuz arkamız dönük olduğumuz halde kalabalık içinden birinin bize baktığını hissetmişizdir.
Nazar değmesi ile ilgili olarak en çok kabul gören görüş, gözdeki yansımadır. Eğer karşınızdaki birinin gözlerine dikkatle bakarsanız, gözlerinde kendi görüntünüzün yansıdığını görürsünüz. Eski insanlar sudan, aynadan yansıyan görüntülerinin kendi ruhları olduğuna inanıyorlardı. Karşılarındaki insanın gözleri içinde kendi küçük görüntülerini görünce tehlikede olduklarını, ruhlarının karşısındakinin gözleri içinde hapsolduğunu sanıyorlardı.
Bu korkunun dünya çapında genel bir inanca dönüşmesinin, şimdi Irak'ın bulunduğu topraklarda yaşamış eski Sümerlerden kaynaklandığı sanılıyor, Sümerlerin inançlarına göre bazı insanlar bakarak suları kurutabilir ve bu nedenle ölüme sebep olabilirlerdi. Sonradan bu inanç bir bakışla yaşayan şeyleri de kurulabilme yönünde gelişti. Örneğin, nazar değen çocukların ishal olup vücutlarının sıvı kaybetmesi, annelerin ve süt veren hayvanların sütlerinin kuruması, meyve ağaçlarının kuruması ve erkeklerin iktidarsız kalmaları vb. Görüldüğü gibi, bunların hepsinde de sıvı kaybı ve kuruma vardır.
Bu inanç doğuda Hindistan'a, batıda Portekiz ve İngiltere'ye, kuzeyde İskandinavya'ya kadar yayıldı. Böylesi bir inanca sahip olmayan Amerika, Asya, Afrika ve Avustralya'ya ise kaşifler, denizciler ve göçmenler tarafından taşındı. Ama günümüzde hala Çin, Kore, Güneydoğu Asya, Avustralya ve Amerika yerlilerinde, Afrika'da sahranın güneyinde böyle bir batıl inanç yoktur.
Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarında bu inanca, mavi gözlü insanların daha fazla nazarlarının değdiği inancı da ilave edilmiştir. Bu yörelerde mavi gözlü insanların azlığı bunun sebebi sanılıyor. Bu nedenle buralarda nazarı geri itmek veya ayna gibi yansıtmak için mavi göz şeklinde, camdan yapılan nazarlıklar başta bebekler olmak üzere nazarın değebileceği düşünülen her yere takılmaktadır.

Ayna Kırılması Niçin Uğursuzluk Getirir?

Ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine olan inanış, en eski batıl inançlardan biridir. Kökeni ilk aynanın yapılışından yüzyıllar öncesine, hatta ilk çağ insanına kadar gider. Göllerde veya su birikintilerinde, kendi aksini gören ilkel insan şaşırmış, bunun kendisinin ruhu olduğunu sanmış, suyu bulandırıp görüntüsünün kaybolmasına neden olanları da düşman bilmiştir.
İlk aynaların kullanılışı eski Mısır devirlerine rastlar. Bunlar pirinç, bronz, gümüş hatta altın gibi metallerden yapılmış ve çok iyi parlatılmış yüzeylerdi ve de tabii ki kırılmaları mümkün değildi. Bu devirde de bu parlak yüzeylerden yansıyan görüntünün o insanın ruhunun bir yansıması olduğuna inanılıyordu. Sonraları buna vampirlerin ruhları olmadığından bu parlak yüzeylerde görüntülerinin de yansımadığı inancı ilave edildi.
Cam kapların yapılmaya başlanılmasından sonra da, içindeki sudan yansıyan görüntünün ruhun bir yansıması olduğu inancı devam etti ama camlar kırılabiliyordu ve o zaman da içinde bulunan ruhun bir parçası vücudu terk ediyordu.
Birinci yüzyılda Romalılar bu uğursuzluğun süresini 7 yıla çıkardılar Romalılar hayatın her yedi senede bir kendini yenilediğine İnanıyorlardı. Camın kırılması sonucu ruh ve dolayısıyla insanın sağlığı tahrip olduğundan, vücudun kendini yenileyerek, sağlığına kavuşması için yedi yıl geçmesi gerekiyordu.
Bu batıl inanç, 15. yüzyılda İtalya'da, Venedik şehrinde, arkası gümüş kaplı, çok kolay kırılabilir ve pahalı ilk aynaların yapılması ile birlikte iyice gelişti. İnanç biraz da ekonomik boyut kazanmıştı. Aynayı taşıyanlar, evlerde aynaları temizleyen hizmetkarlar, aynaları kırmaları halinde, yedi yıl boyunca, ölümden daha beter felaketlerle karşılaşabilecekleri hususunda uyarılıyorlardı.
Bu inançla beraber geliştirilen bazı önlemler de oldu tabii. Örneğin: aynanın kırılan parçaları toplanır ve güneye doğru akan bir ırmakta yıkanırsa veya toprağa gömülürse kötü şans yok edilmiş olur. Ancak kırılan parçaları alıp evden çıkarken içlerine bakmamak gerekir. Yatak odalarındaki aynaların üzerleri kullanılmadığı zamanlarda örtülmelidir ki ruh içinde kalmasın. Ölen bir insanın evindeki aynaların da üzerleri örtülmelidir ki ruh gökyüzüne doğru olan yolculuğunda bir engelle karşılaşmasın.
17. yüzyılın ortalarında İngiltere ve Fransa'da ucuz maliyetli aynalar üretilmeye başlanıldı ama batıl inanç o kadar yerleşmişti ki, günümüzün modern dünyasında bile hala devam ediyor.

21 Ekim 2013 Pazartesi

Niçin Trafik Lambaları Kırmızı, Sarı ve Yeşildir?


Trafik ışıkları uygulaması, önceleri demiryollarının trenleri kontrol için uyguladığı sinyaller Örnek alınarak başlamıştır. Demiryolları idaresi kırmızı rengi 'dur' sinyali olarak seçmişti. Kırmızı renk kan rengi olduğundan asırlar boyu tehlikenin, tahribatın ve ölümün simgesi olmuştur.
Demiryolları ilk faaliyete geçtiği 1830'lu yıllarda 'ikaz' ışığının rengi yeşil, 'geç' ışığının ise beyazdı.
Bir süre sonra beyaz sinyal problem yaratmaya başladı. Beyaz renkli 'geç' sinyali diğer sokak lambaları ile karıştırılabiliyordu. Ama daha da kötüsü 'dur' işaretlerine konulan kırmızı mercekler yerlerinden düşünce ışık beyazlaşıyor, 'geç' sinyali olarak algılanıyor ve kazalara yol açabiliyordu.
Sonunda demiryolcular kırmızıyı 'dur', yeşili 'geç' sarı rengi de 'ikaz' sinyali olarak kullanmaya başladılar. Bilindiği gibi sarı, renk spektrumu içinde en göz alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması gereken yerde beyaz ışığı görürse, bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve tedbirini alıyordu.
Karayollarına gelince, yollarda sadece atların ve at arabalarının bulunduğu tarihlerde bile dünyanın büyük şehirlerinde trafik sorundu. İlk trafik lambası otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868'de Londra'da kullanıldı. Gazla yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen kırmızı ve yeşil lambalar bir yıl sonra patlayıp, kendilerini çeviren polisi de yaralayınca bu uygulama ortadan kalktı.
Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde dolaşmaya başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde değişik uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı ama demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki yolun kesiştiği kavşaklarda işe yaramıyordu.
Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik trafik lambasını, ilkokul mezunu ve ABD'deki Cleveland'da otomobil sahibi ilk siyah olan Garrett Morgan geliştirdi. 1914'de ilk denemelerine başlayan Morgan 1923'de de patentini aldı. Morgan 1963'de ölümünden az önce patentini 40 bin dolara General Electric firmasına sattı.
Morgan'ın lambaları demiryollarına benzer şekilde bir "T" üzerinde kırmızı ve yeşil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında sarı lamba da ilave edildi ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı.
Aradan geçen yıllara rağmen sarı renk hala 'ikaz' anlamındadır ama günümüz sürücüleri onu 'geç' sinyali olarak algılıyorlar.

- Haberci Gençlik (onur eğin) -